Değişimin Çift Boyutlu Yansıması
Başka bir hadîs-i şerifte de, "Siz karış karış, adım adım sizden öncekilerin (Yahûdi ve Hıristiyanlar’ın) yoluna uyacaksınız O kadar ki; onlar bir keler deliğine girecek olsalar, siz de (mukallid modadır düşüncesiyle) onları tâkip edeceksiniz" Mişkâtü’l-Mesâbîh, 53 61 ve Hadis Tetkikleri dergisi (HTD),III/2, 2005ss.85-109. Hadisi şeriflerden hareketle gerçek manada tahkiki imana ve ameli sahih ve sahip hiçbir müslüman birey veya toplum olarak geçmişte gayri müslimlere takip, taklit ve tabi olmamışlardır ve gelecekte de olmamalıdırlar.
Kimileri hakikatte bu ayet ve hadislerin şümullü manasına vakıf olarak uymaması gereken önemli ve ehemmiyetli noktalarda uymadığı gibi kimileride yoz softalarının gerekliliği olması gerekeni de terk ederek, cahilane bir biçimde hakikatten ya kaçarak yâda hakikati gözden kaçırarak ilerleme ve gelişmelerde uzaklaşmışlardır.
Cenabı Allahın varlığı ve birliği kimsenin inhisarında ve tekelinde olmadığı gibi onun isim ve sıfatlarının faaliyet sahasının alanı ve ürünlerinde aynı şekilde kesinlikle şirkten uzak bir biçimde kimseciklerin inhisarında değildir.
A- Her bir Mülüman’ın ferdi veya toplumsal olarak asla başkasına özenmemesi, benzememesi, uymaması… gereken konu ve konumlar.
B- Her bir Mülüman’ın ferdi veya toplumsal olarak herhangi bir itikada dair ve ameli ayırım olmaması gereken özenmesi, benzemesi, uyması…. gereken konu ve konumlar.
Bazı kesimler topluca batıya ait ne varsa almayı, faydalanmayı, benzemeyi Allah’ın Kur’an Kısalarında anlattığı bir kısım kavimleri çarptırdığı İlahi tufan, afat, zelzele, taun ve cezaya denk sayan bir kısım İslam toplumlarının bu bakış açıları hakikaten İslam toplumlarının değişim konusunda önemli takozlardan biridir. Bu manada değişime karşı direnç göstermek İslami kimliğin bir öğesi kabul edilir. Yeterince anlaşılmayan bir noktadan hareketle ne olduysa, yenilikçi hareketin oluşumu ve değişme ihtiyacının net bir şekilde fark edilmesinden doğan oluşumdan sonra ortaya çıktı.
Bu mantık gereğince, Müslümanların hukukta ilerleyemedikleri dönem, değişmelerin dışarıdan geldiği ve daha önceleri görülmeyen bir hız kazandığı dönemdir. İslam toplumunun takip ve kontrol etmede zorlandığı bir dönemde, öncesini bırakarak “Batı Hukuk Sistemi”ni iktibasa koyulmuştur. Bunun sonucu olarak farklı kan gurupların vücuda zerk edilmesi meydana gelen uyuşmazlık tepkisiyle karşılanmıştır. Aslında bu durumların ortaya çıkması herkesin malumudur. Ve maalesef bu durum karşısında İslam âleminin hem fizyolojik ve biyolojik maddi vücut sağlığı yerinde değildir ve hem de birçok vücut azaları fonksiyonel olarak vazife görmeyecek derecede arızalıdır.
İşin özü ve özeti olan bu sosyopsikolojik vakıa tam anlaşılmadığından ve bu ince noktadan hareketle tanzifatla (hukuk sistemine nizam vermekle) işlerin düzeleceği sananların ne kadar yanıldıkları on yıllar sonra çok acı tecrübeyle anlaşılmış oldu. Oysa Batı-Avrupa Hukuk Sistemi; öncelikle, bir sanayi devrimi geçirmiş kapitalist-burjuvazinin isteklerini formüle eden, kökleri ta Roma hukuku devri ve devrimine dayanan bir hukuk sistemidir.
Ülkemizde Tanzimat’la birlikte Avrupa Hukuku sistemine geçilmiştir, oysa o dönemde İslam âleminde ve ülkemizde ortada daha tapu-tescil işlemleriyle garanti altına alınan mülkiyet kavramı bile yeterince yoktur. Batılıların ve başta Avrupa’nın altı yedi asır önce bir hayat nizamı ve yaşamsal tarz olarak başladığı sanat, ticaret ve ona bağlı olarak gelişen sanayi İslam âleminde, Ortadoğu’da ve ülkemizde mevcut değildir.
Bütün bunların hakikatte hayır veya şer, iyi veya kötü, helal veya haram olup olmadıkları ayrıca tetkik edilerek değerlendirilebilir. Müslüman halklar arasında, henüz mülkiyetin ferdi, toplumsal ve devletsel boyutları bile gerekleriyle yeterince ortaya çıkmamışken, daha tam teşekküllü bilimsel bir tarım-ziraat ve hayvancılık toplumu bile ortada yok iken; dili, kültürü, iklimi tamamen yabancı olan bir sanayi toplumunun adalet sistemi ve hukukunun alınması bekleneni verme imkanı olamayacağı gibi var olan mevcut sistemi dahi, maalesef tam bir hukuki anarşik keşmekeşliğe sürüklemiştir.
Bilinmesi gerekir ki hukuk; “hal”in “geçmiş”e bağlandığı, geleceğin de ancak bu süratle inşa edilebileceği organik bir bütündür; böyle de olmalıdır. Mecelle’nin uzun yıllar iyi kötü tutunabilmesi toplumun inanç ve tarihi kültürel değerlerinin gereklerine bir dereceye kadar uymasındandır. “Mecelle”, mükemmel bir kodifikasyon olmakla birlikte, mecelle hareketi bile tam manasıyla başarıya ulaşamamıştır.
Değişim hareketleri Osmanlının (İslam dünyasının) bizatihi kendi ihtiyaçlarından ve içerik bakımından öz dinamizminden kaynaklanmış olsaydı, bu gün muhtemelen herkes fıkıh alanında mecelleyi ziyadesiyle başarılı bir içtihat teşebbüsü olarak kabul ediyor olacaktı. Tam anlamıyla tarihi bir dinamizmden mahrum olduğu için mecelle hareketi başarılı olamadı; çünkü artık dışarıdaki değişme hızına ayak uydurma imkânı yoktu. Tek kelime ile dışarıdaki değişme kontrol edemeyecek kadar şiddetliydi.
İlk ihyacılık (tecdit) kökleri ve dalları İslam dünyasının içinde olan bir hareketti. Halbuki, modern dönemlerdeki hareketlerinin dikkate almak durumunda olduğu yepyeni bir fenomen vardı. Batının İslam dünyasına yönelttiği hiçbir eleştiri olmasaydı bile Müslüman aydın (münevver) Ziya Paşa’nın diliyle şu tespiti yapmaktan kolay kolay kurtulamazdı:
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler; kâşaneler gördüm
Dolaştım Mülk-ü İslam-ı bütün viraneler gördüm.
Zira “Batı Toplumu ve Medeniyeti” tek başına bilimi yedeğine alarak ve sadece topla tüfekle İslam dünyasını işgal etmiyor; bilhassa inancını, amelini, zihniyetini, bakış açısı/ferasetini manevi değerlerini kıyasıya sorguluyor bir durumdaydı. Başta Renan olmak üzere pek çok Avrupalı bilim-ilim adamları vaziyetin nazikliğinden yararlanarak veya bir şekilde cesaret alarak İslamiyet’in esasatında (genetik yapılanmasında) bir bozukluğun olduğunu ileri sürebilmiştir.
20. yüzyılın başlarından başlayarak, fıkhi sorunlar giderek önemini yitirirken, düşünce sorunları ehemmiyet kazanmıştır. Önceki kuşaktan Cemalettin Afgani, Muhammed Abduh, Ahmet Han’ın içtimai ve siyasi fikirlerinin daha çok hayra mı yoksa kötülüğe mi yol açtığı konusunda hayli tartışma yapılmıştır. Aynı kuşaktan Muhammed İkbal’i dışarıda tutarsak bu şahsiyetlerin tümünde “yılgınlık” psikolojisi belirgindir ki bunlar, tecdit, dinin yeniden yorumlanması diye diye farklı uçlara savrulmuşlardır.
Örnek verecek olursak, Ahmet Han mucizeyi inkâr ederken, Muhammed Abduh din ve bilim alanını çok sert bir çizgiyle ayırmıştır. Oysa daha sonraki kuşak, hem İslam’dan hem de bilgiden hiçbir zaman vazgeçilemeyeceğini olabildiğince, bilhassa bilimsel çalışma yapan ve ilmi çevrelerin nazarına vererek meseleyi “bilginin İslamileştirilmesi” meselesi sorunu olarak görmüştür.
Önceki kuşağa göre daha mutedil bir çizgide; Attas’ın, Nakip Nasr’ın, İ. Raci el- Faruki, Z. Serdar’ın temsil ettiği bu akıma göre Müslüman halklar temel manadaki tüm sorunlarını gerçek manada; ancak eğitim sistemiyle çözme şansına sahip olabilirler.
Bir öncekilerine göre, ileri sürmeye çalıştıkları program daha gerçekçi ve daha uzun vadeli görünse de, son kuşağın tuttuğu bu farklı olan yol kendi içinde çok ciddi boyutlarda sıkıntılar barındırmakta. Eğitim ve Öğretim görenlerin karakterini İslâm’a göre biçimlendirmek ve programlarına İslamî bir muhteva kazandırmak olarak özetlenebilinecek olan bu hareketin en temel zaaf noktası, böyle bir hedefin nasıl gerçekleştirileceği sorunuyla ilgilidir. Zaten her Müslüman’ın istediği durum yaklaşık olarak bu minval üzere değil midir? Peki, ama nasıl? Kabul edelim ki, -temel eğitimden ta üniversiteye kadar- böyle bir sistem gerçekleştirilebilindi? Eğitimin ulaşacağı son basamaklarında İslami uyum ve yönelimden hiçbir iz taşımıyorsa, daha önce elde edilenlerin yitirilmesi kaçınılmaz olmaz mı?
Pek ala bilinmesi gerekir ki, çeşitli bilgi dallarının İslamileştirilmesi amacı ve arzusu, Kur’an’a dayalı bir metafizik atmosferi oluşturulmadan gerçekleşme imkânı mümkün değildir. “İslam-psikoloji”, “İslam-sosyoloji”, “İslam-devlet”, “islam-hukuk” ilh. Başlıkları taşıyan kitapların sayısı hiç de azımsanamaz. Bunlar bir kısım makul ve mantıklı görüşlere yer vermekle birlikte, esas itibarıyla bilhassa batıya karı savunmacı bir psikolojik ve sosyolojik akıl ve ruh halini yansıtan eserlerdir. Çoğunluk olarak, son dönemlerde İslam ile ilgili bir teşhis ve tedavi yöntemi ortaya koymaya çalışanlar, öncelikle kendilerini çeşitli umutsuzluklardan, hayal kırıklıklarından, alıkoyamamışlardı.
Bediüzzamanın yaptığı en büyük tecdit (ihya), tabir doğruysa, bir iman inkılâbından sonra, en saygın bilim çevrelerinden varoşlara varıncaya dek, sıradan fert ve toplumlara kadar olan basamaklarda her Müslüman’ın ruhuna çöreklenen ye’si/umutsuzluğu öldürmesidir. Sadece bu bile kendi başına önemli bir tecdit/yenilenme olayıdır. O, sıkıntıların ardı sıra dokümantasyonunu yaparak muasır muhatabı çaresizlik içinde bırakmaz. İltiyama kabil olmadığını düşünmediği—ki hiçbir konuda böyle bir endişe taşımamaktadır—bir cerahatı deşmez. Aynı dönemde yaşayan—ve hatta şimdiki—diğer pek çok Müslüman mütefekkirin eninde sonunda hiçte fıtri ve doğal olmayan bir değişim adına batıya karşı düştükleri özür dileyici bir tavrın içine asla düşmemiştir. O, her bir noktada sadece İslamiyet (hakikat)ten bil cümle ve bil mana özür dilemektedir.
Bir papazın İslamiyet hakkında 600 kelime ile bir cevap istediği dört ayrı önemli soruya; Said-é Kurdi’nin verdiği cevap pek manidardır. Ehl-i salibin adeta pençeleriyle boğazımızı sıktıkları bir zamanda, kendilerini çok yüksekte görmek isteyen bir papazı, en çok da onun temsil ettiği alçak zihniyeti kendisine muhatap almadığını ve bunların yüzüne “tuh” demek gerektiğini belirttiği bir cevap verir. Aslında başka bir yerde hakperest bir adama bu meyanda bir cevabının olduğunu ifade ederek kısa bir cevapla iktifa eder. ( Bediüzzaman, Lemaat) s. 343)
Dikkat edilirse, Bediüzzaman, bu meseleyi—birçok zaman olduğu üzere—hâşâ sadece bir his ve heyecan taşkınlığı ile asla değil, tam mutmain olan tahkiki iman sahibi bir mümin kalbinin yanına iman ile aydınlanmış aklını koyarak pek güzel izah etmektedir. “İnanıyorsanız muhakkak ki üstünsünüz” gerçeğin kapsadığı içerik ve hakikatini bütün fizyolojik, biyolojik ve sosyolojik ruhunda yaşayıp yaşamsal ameliyle bunun en güzel örneklerini ortaya koyan Bedizzaman; —burada olduğu gibi—sosyolojinin ve psikolojinin ve diğer disiplinlerin imkânlarından gerektiği ölçüde yararlanmaktadır.
Bütün bu ilmi ve bilimsel metot ve yöntemleri uygularken onun yapmadığı bir şey var; muhatabını yenerek mağlup etmekten ziyade; aklını, kalbini dağıtmamak ve duygularını incitmemeden hak bildiğini tebliğe çalışmak. Onun önemle arz ettiği durumlardan biri; bu dönemde içtihadın gerekliliğine aciliyet atfedenler, fikir ve felsefi görüşlerinde ilerledikçe karamsar bir tutum ve davranıştan kendilerini alamamakta veyahut insanın nefsani istek ve arzularını ve keyfini hakem kılarak güya yaşanabilir din ortaya koymak istiyorlar. Oysa Bediüzzaman her zaman, pergelin sabit ayağını Kuran ve sünnete uygun bir inanç ve hassasiyet üzerine oturtmaktadır. Elbette her bir müslüman fert ve toplumun, ami veya alimin yapması ve uygulaması gereken tutum ve davranış Bediüzzaman'vari olmalıdır.
Yorum Yazma Kuralları
Lütfen yorum yaparken veya bir yorumu yanıtlarken aşağıda yer alan yorum yazma kurallarına dikkat ediniz.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı, suç veya suçluyu övme amaçlı yorumlar yapmayınız.
Küfür, argo, hakaret içerikli, nefret uyandıracak veya nefreti körükleyecek yorumlar yapmayınız.
Irkçı, cinsiyetçi, kişilik haklarını zedeleyen, taciz amaçlı veya saldırgan ifadeler kullanmayınız.
Türkçe imla kurallarına ve noktalama işaretlerine uygun cümleler kurmaya özen gösteriniz.
Yorumunuzu tamamı büyük harflerden oluşacak şekilde yazmayınız.
Gizli veya açık biçimde reklam, tanıtım amaçlı yorumlar yapmayınız.
Kendinizin veya bir başkasının kişisel bilgilerini paylaşmayınız.
Yorumlarınızın hukuki sorumluluğunu üstlendiğinizi, talep edilmesi halinde bilgilerinizin yetkili makamlarla paylaşılacağını unutmayınız.
Yorumlar
Kalan Karakter: