Fıkıh ve içtihat boyutuyla değişim
İslam medeniyeti açısından ve bilhassa maddi medeniyetin gerilemesi ve çöküşü dönemlerinde meydana gelen değişim, görüldüğü kadarıyla ekseriyetle dıştan zorlamalarla gerçekleştiği, fakihlerin ortaya koydukları “içtihat” dini bakımdan itikada bağlı ameli bir hayata yansıması ihtimali zayıftır. Batıl bir itikat ve çürük bir amel ile çeşitli buhranlara, çalkantılara ve gerilimlerle sürüklenen a-normal şizofrenin bir psişik/ruh yapısına sahip fert ve toplumlara hiçbir fakihin fıkhı, müçtehidin içtihadı çare öretmez.
Bilimsel veri ve kanaatlerin kanıtladığı bir gerçektir ki merak ilmin anahtarıdır. Eylem ise failinin sorumluluğu altında gerçekleşen fiili bir durumdur. Böylece merak ve eylemin beraberinde getirdiği genişlemenin ortaya koyduğu problemleri çözmek için yapılacak içtihadın manası başkadır. Bunun tersi olan durum ise, her hangi bir nedenle olursa olsun, hangi sebepten kaynaklanırsa kaynaklansın maddi ve manevi yılgınlığın veya çılgınlığın tüm farklı unsurlarıyla kök saldığı fiil davranışlardan sonra, yapılacak içtihadın manası ve mahiyeti çok daha başkadır.
Gerek İslam âleminde ve gerekse diğer ülke ve milletlerde İleri sürülen deliller ferdi noktada aktarıldığında şunları söylemek pek ala mümkündür. Günümüzde dini farz olan ibadet ve muamelat kısmına imtisalda bir lakaytlığın görüldüğü doğrudur. Bu cismani, fani olan dünya hayatını baki ve manevi olan ahret hayatına tercih edildiği zamanlarda ve zamanımızda ziyadesiyle içtihat gayretinin kökü dinin daha iyi anlaşılıp uygulanması amacıyla halisane içte değil, belki reformist bir mantıkla, tahrip amaçlı, bozgunculuk yaparak dini muharref kılmak amaçlı dıştadır. Anlaşılması gereken ve kast edilen mana, şu şekilde daha da açık anlaşılmış olacaktır: “Nasıl ki, bir cisimde, neşv-ü nemâ için tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise—çünkü dâhildendir—vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsî için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsî değildir “ Bediüzzaman Sıîdé Kürdi. Sözler (İçtihat Risalesi), s. 443
“Herhangi bir kavmin kendisini değiştirmeden; Allah’ın değiştirmediği…” gerçeği ortada iken, herhangi bir devir ve zamanda, diyelim ki 12. ya da 19. Yüzyılda bir milli veya itikadi milletin, bilhassa İslami addedilenlerin ekseriyetle kendisiyle alakalı yapılacak içtihadın herhangi bir gerçek anlamı, değeri olabilirimiydi? Belki vurgulamak gerekir ki böyle dönemlerde içtihada, gelişim ve değişime ne kadar ihtiyaç hissediliyordu? Özellikle 12. yüzyıldan sonra mevcut şartlarda İslami kariyer bakımından derinlemesine Kur’an ve Sünnete bağımlı, geniş çaplı evrensel fıkhi müçtehitler yetişmediği, bulunmadığı gerekçesiyle içtihat kapısı kapatıldığı için Müslümanların bir türlü değişime ayak uyduramadıkları bir fikir olarak bazı mahfilde tekrar edilir durur. Böyle bir ön yargı olması en olumlu durumda belki nispeten veya kısmen doğrudur. Gerçekten detaylı bir şekilde erbabınca yapılması gereken araştırmalardan önemli biriside: O dönemlerle ilgili, görünürde doğru hakikatte tahlile ve tashihe muhtaç olan yargılarının en başında içtihat kapısının niçin ve neden kapatılması meselesinin önem arz etmesidir.
İnsanlığın var olan tarih ve tahrif tarifinden beri: “Hayat, hareket, inşa ve açılım oldukça ya da felaketler son haddine vardıkça, ancak o vakit yorum, psikolojik ve sosyolojik bir kaçınılmazlık haline gelir. 12. yüzyıldan sonra genel anlamda içtihat yoksa bu ikisi olmadığı içindir. Söz konusu devirler itibarıyla, az-çok siyasi istikrarın sağlanmış olması; içe dönmenin, kapanmanın yollarını açmış; siyasi, kültürel dinamizm yitirildiği için de içtihadın genişletici, yön verici, potansiyeli açığa çıkmamıştır. Biraz sonra değineceğimiz gibi—pek arzu edilmese de—böyle bir durum, nispi bir hukuk-hayat dengesinin tutturulmasını netice vermiştir. İdeal durum, bittabi, daha yüksek düzeyde bir dengenin kurulmasıdır.” Ve devamında:
“Kanun-u kadim meşruluğuna büyük önem veren Osmanlı devrinin 15-16 yüzyıllarındaki düzenlemeler ilginç bir şekilde ve fakat tersinden yukarıdaki iddiaları doğruluyor. İslam hukukunun genelde meseleci (casuistic) vasfına rağmen, genişlemenin getirdiği ihtiyaçlar altında, Osmanlılar bu devirde maddeler halinde kanunlar tedvin etmişlerdir. Bunların en bilinen misalleri Osmanlı kanunnameleridir. İslam’da devlet (ve hükümdar) kanun koymak yerine kanuna uymak ve herkesi uydurmakla görevlidir. Hâlbuki Osmanlılar bu devirlerde devlet görevleriyle serbest hukuk sahasını İslâm’ın genel prensiplerine aykırı düşmeyecek şekilde birleştirmişlerdir.18 Bilhassa arazi ve vergi hukuku konusunda Osmanlının tuttuğu yol eski uygulamalarla benzemekten çok nevi şahsına münhasırdı. Taşınmazların vakfı ve para konusunda Ebussuud “istihsan” (Müslümanların genelinin yararına) prensibine başvurarak yepyeni içtihatlarda bulunmuştur.” İnalcık, Halil, The Ottoman Empire, The Classical Age, 1300-1600, (London: Weidenfeld and Nicolson) s. 184
Hakikaten özel bir kısım şartlar altında gelişen Osmanlı İmparatorluğu ve Hilafet Devleti başlangıçta kayda değer bir zamana kadar ve bazı noktalarda, şeriatın sınırlarını zorlamadan nevi şahsına münhasıran yeni bir hukuk nizamı geliştirmiştir. Buna bazı noktalara zemin hazırlayan ve imkân veren genel prensip ise, örfi uygulamalarda, fakihlerin fıkhi içtihatlarına dayanarak şeriatın şümulüne aykırı düşmeyecek sahalarda kanun koyma salahiyetidir. Bu da, doğrudan doğruya dini hükümleri uygulamakla yükümlü kadıların devlet içinde tam manasıyla önemli bir mevki kazanması, İslami itikat ve amelin tüm menfaatlerinin, her şeyin fevkinde sayılması suretiyle tahakkuk edebilmiştir. Ne zamanki bu ulvi mananın yerine sultanın ifadeleri ve saltanatın menfaatleri ikame edilmiş, ilahi şeraitle çakışmaktan ziyade çatışır duruma düştüğünden, yapılan içtihat adil olan değişim ve gelişimle fert ve topluma hizmetin ötesinde zalimane neticelerle, mazlumiyetin haklı kıldığı dâhili isyanlara, kıyamlara ve dolayısıyla da (maalesef) zalimane kıyımlara neden olmuştur.
İslam hukukunun geri kaldığı hususunun niçin ve nedenleri genişçe araştırıldığında pek çok farklı görüş ve düşünceye rastlamak mümkün. Özellikle, müçtehit ve mucit olmayan, aydın denilen mukallit bir kısım akademisyenler gözü kapalı bir şekilde bir kısım harici dikte edilen dayatmaların tesirinde kalarak, sorumluluğu direk olarak (hâşâ) dine yüklemektedirler. Güya kendilerince sapla-samanı karıştırarak, itikat ve amel boyutuyla dini anlamadan gerekçe olarak, güya dinin muamelat ve hukukun her alanında dinin hiç değişmez prensipler içermesidir. Dolayısıyla dinin yeni gelişmelere açık olmamağını ifade ederler. Hâlbuki İlm-ı Kur’an’ın uygulamalı Sünnet, anlatımlı hadis ve daha sonra bu doğrultuda gelişen kıyas ve içtihat Hulefa-ı Raşidin, tabiin ve tebe-i tabiinden günümüze değin devam ede gelen İslami açıdan meşru olan bir tatbiki yoldur. Oysa itikat ve amel, ahkâm, kelam… boyutuyla bakıldığında mesele başkadır. Bu millet ve devlet kademelerinde zevilhayat, cebri inat ve delili zayıf itikat sahibi olan zevat ve onların peşinde gidenler, hakikat noktasında hukuku sosyal hayattan apayrı olarak düşünürler. Bunlara göre fert ve toplumu faydadan yana, hak ve doğru olan istikamette değiştirmek için hukuki yapıda bazı değişiklikler yapmak yeterlidir. Nihayet kaynaklarda görüyoruz ki bu felsefi düşünce, bazı tarihi devir ve dönemlerde batıdan kanun devşirerek tercüme eden bir kısım devşirme devlet adamlarının da kendilerince dayandıkları prensipleri haline gelmiştir. Böylece inanç ve umut olarak birey ve toplumda değişim isteyenler, öncelikle sadece hukuki münasebetleri değiştirmek istemişler. Hâlbuki gerçek manada görülen ve bilinen uygulamalarla karşılıklı bir etkileşimde, hukuk her zaman bir reel realite olarak sosyal hayatı takip eder. Değişim, dönüşüm ve gelişimin ana dinamizmi ve önceliğini oluşturan bireysel ve toplumsal olarak millettir. Neticede bir gerileme dönemi dahi olsa 18. yüzyıla kadar; İslam âlemindeki değişim, dönüşüm ve gelişim bu âlemin kendi dünyasının bir iç dinamiği olarak ortaya çıkmaktaydı.
Özetleyecek olursak, hayati yasaları ve nizamnameleri yapanlarla adil yasa ve hukuki kanunları yapanlar aynı heyet ve mekanizmalardır. Bu gerçeğe uyarak hukuk sistemlerinde de, meydana gelen olağan veya olağanüstü afat, savaş ve benzeri durumlarda meydana gelen değişmelere karşı olanca imkân ve gayretiyle Kur’an ve Sünnete aykırı düşmemek kaydıyla kanunu kadimle “adalet mülkün temel”ini sağlam tutardı. Bu temel adalet ve hukuki espri kaybolduğu kadarda tersi istikamette gayri meşru patika yollar çalışır vaziyet alır. Demek ki hayatın hareketliliği ve ilerleyerek değişimi veya gerilemesi ve durağanlığına paralel olarak hukukun durağanlığı da o orandadır.
Tarihi deneyimle kabul gören gerçek şudur: Müslümanlar İlahi vahi ve peygamberi sünnetinden uzaklaşarak, hukuklarının ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap verebilecek değişim, dönüşüm ve müspet manada kolektif akla, medeni ve ilmi şuraya uygun gelişme gösteremediği çağlar, İslam ümmetinin sosyolojik, teknolojik, bilimsel bilişim ve biyolojik ilim açılarından gelişmelere ayak uyduramadığı dönemlerdir. Daha önce zikrettiğimiz manada 18. yüzyıla kadar bir gerileme söz konusu ise de, İslam âlemi şimdiki kadar, asla kesin bir zorunlulukla batıya/batılılaşmaya ihtiyaç duymuyordu.
Yorum Yazma Kuralları
Lütfen yorum yaparken veya bir yorumu yanıtlarken aşağıda yer alan yorum yazma kurallarına dikkat ediniz.
Türkiye Cumhuriyeti yasalarına aykırı, suç veya suçluyu övme amaçlı yorumlar yapmayınız.
Küfür, argo, hakaret içerikli, nefret uyandıracak veya nefreti körükleyecek yorumlar yapmayınız.
Irkçı, cinsiyetçi, kişilik haklarını zedeleyen, taciz amaçlı veya saldırgan ifadeler kullanmayınız.
Türkçe imla kurallarına ve noktalama işaretlerine uygun cümleler kurmaya özen gösteriniz.
Yorumunuzu tamamı büyük harflerden oluşacak şekilde yazmayınız.
Gizli veya açık biçimde reklam, tanıtım amaçlı yorumlar yapmayınız.
Kendinizin veya bir başkasının kişisel bilgilerini paylaşmayınız.
Yorumlarınızın hukuki sorumluluğunu üstlendiğinizi, talep edilmesi halinde bilgilerinizin yetkili makamlarla paylaşılacağını unutmayınız.
Yorumlar
Kalan Karakter: